İçimdeki ‘keşke’lerin romanı: “kürk mantolu madonna”

 835046cd-41d5-46c1-ac55-c74dcf516290
miadını doldurmuş trenin raylarda çıkarttığı gürültünün eşliğinde, birbirine karışmış sesler arasında eski bir dost ile yıllar öncesinde yaptığım yolculuğu hatırladım. öyle uzun uzadıya bir yolculuk değil, kısacası istanbul’un bir ucundan diğer ucuna yaptığımız bir yolculuktu bu. ama istanbul bu ya; hangi yol kısa olabilirdi ki, içinde binlerce hayat barındırıyorsa eğer.
 
bu yazıya başlamadan önce çok düşündüm. düşünmekten kastım, herhalde en çok kendimi dinledim. içimdeki raif bey’lerin sesi birbirine karışmış, okuduğum raif bey’in eli, içimdeki raif beylerin omzuna dokunmuştu. ne kadar çok raif bey vardı; hem içimde, hem sokak sokak gezdiğim, soluk aldığım şehrin göz alabildiğine uzun dehlizlerinde.
 
evet, tren yolculuğundan bahsediyordum. sesleri birbirine karışan kalabalığın içinde; gözüm, önümdeki koltukta oturan, başını  tren camına yaslamış, sık sık yüzünü yasladığı camı buharlaştıran sıcak nefesi, trenin camından dışarıya değil, çok daha uzaklara bakan, devletin üniformalı polisinin gözlerine takıldı. sonra, kıvrıldıkça kıvrılan, her kıvrımında hayatın başka bir izini bırakan yüz çizgilerine, nasır bağlamış ellerine takıldı gözlerim. öyle ya, bu nasır neydi acaba? ihtimal yetmeyen maaşının bıraktığı izlerdi. bir başka adam tanıyordum, okul çıkışı hamallık yapan, arada bir seslendiğimde benimle görüşen, her görüştüğünde farklı bir hikaye anlatıp, içimde derin izler bırakan hamdi öğretmen gibi. belki her insan gibi arada bir gülerdi ama ben hiç görmedim.
 
arkadaşımın kulağına eğildim hafiften: “şu oturan polisi görüyor musun. ağlayacakmış gibi duruyor. birazdan ağlarsa hiç şaşırma” dedim fısıltıyla. hiç bir şey demedi. gözlerime, “olur mu canım öyle şey” der gibi baktı sadece. aradan beş on dakika geçmeden, gözlerinden birkaç damla yaş düştü. çabucak sildi, hafif yan oturduğu koltukta doğruldu. etrafına baktı sanki bir gören oldu mu acaba? dercesine. sonra tekrar başını tren camına yasladı, gözleri yine uzaklara daldı. arkadaşımla bu konuyu hiç konuşmadık. sadece “nereden bildin?” diye sordu. bense cevap veremedim. fakat ayrıntılara takılıp kalmıştım. hafiften tozlu ayakkabısı, elinde bir sefertası, ihtimal iş çıkışı uğradığı kırtasiyeden aldığı okul kitaplarının olduğu bir poşet vardı elinde. onlarca senaryo yazıyorsunuz bu durumda. maaşı yetseydi, sefertası ile işyerine yemek götürmezdi. ayakkabılarının tozunu silemeyecek kadar kafası meşgul olmalıydı. öyle ya, üniformalı devletin polisi biraz daha derli toplu olmalıydı. fakat onun buna kafa yoracak durumda olmadığını okuyabiliyordum. okuyabildiğim tek şey içinde kopan fırtınalar ve aklıma takılan yüzlerce soruydu.
 
bazen sorular cevapsız kalır. hayatı sadece izlersiniz, okumakla yetinirsiniz. bir mesleği olan ama mesleğinin alışkanlıkları olmayan bir adam olarak, sanırım  ki, yüzlerden ziyade, yüzlerin ait oldukları yaşamları okumaya çalışıyorum. zaman zaman çok yoran, yordukça hayatına daha fazla anlam katan istemsiz bir alışkanlık bu.
 
raif bey de benim için böyle bir karakter oldu. hayata karşı duruşu ile, kendisini yazan yazarı bile derinden etkileyen yüz hatları, konuşması, merak uyandıran hareketleri ve hatta susuşunun bile derin anlamları olan; hayatı boşvermiş gibi yapan ama içten içe sarıldığı bir şeyleri olan adam raif bey. çevresindeki kalabalıkların umursamaz hatta zaman zaman aşağılayan, onu görmezden tavırları bir yana, raif bey içinde yaşattığı aşk’a sarılmayı ve onu hep hatırlamayı hiç unutmamıştı. raif bey’lerle günlük hayatta çok fazla karşılaşmış olmama, hatta içimde birden fazla raif bey’i özenle yaşattığımı bilmeme rağmen, yine de fazlasıyla hayran olduğum, okuduğum bir kitabın neden bu kadar çabuk bittiğine üzüldüğüm bir roman  “kürk mantolu madonna”.
 
uzun zamandır roman okumuyordum. tren olmasa da, kulağıma nükseden eşdeğer tıkırtıları sebebiyle çok fazla ayırdetmediğim bir tramway yolculuğu esnasında okumaya başladım “kürk mantolu madonna”yı. ilk sayfalarında içimde başlayan bir merak duygusu beynimde ister istemez bir raif bey portresi çizdi. sabahattin ali’nin ustalıkla kaleme aldığı bu eserde, karakterler oldukça ince işlenmiş, anlatımdaki kuvvetli üslup, sizi bir anlamda raif bey ile aynı dünyanın içine sokuyordu. bitmesini istememekle birlikte, tam tezat bir durumda kitabı başladığım gün bitirdim. buna üzülmediğimi söylesem yalan olur.
 
roman, tutkulu bir aşk hikayesinin esiri olmuş, bu esaret zinciri altında raif bey ve maria arasındaki zaman zaman çekingen, zaman zaman sorgu dolu, zaman zaman buna tezat yüzlerce cevap dolu ilişkisini anlatıyor. klasik aşk romanlarının çok ötesinde insanı düşündüren ve orjinal; çoğu zaman sözlüğe bakma ihtiyacını hissetmediğim yazıldığı devre münhasır üslubu ile de fazlasıyla kendine çekiyor.
 
evet raif bey diyorduk. bir aşk hikayesi olmasına rağmen, romandaki ana karakter üzerinde yoğunlaşmamak mümkün değil. roman ilk sayfalarından sonra kendisini geçmiş zaman dilimine bırakıyor, belki herkesin içinde kanayan bir yarayı biraz daha kanatmak istiyor gibi sanki. hiç kavuşmayacağı ilk aşkını, dünyaya bir daha gelmiş olsa yine sevmek gibi. raif bey olsa, bunu yine isterdi diye düşündüm romanı bitirdiğimde.
 
ihtimal yazarın berlin’de bulunduğu yılların da izlerinin olduğu bu romanda, zaman, mekan tasvirleri oldukça güzel yapılmış. kendinizi bir anda berlin sokaklarında hissedebiliyor, o loş ışık altında, maria’yı beklerken bulabiliyorsunuz. okuyucuların çoğu zaman roman karakterleri ile kendilerini özdeşleştirmeleri, onları fiziksel olarak tahayyül etmeleri elbette ki romanın doğası itibariyle çok mümkün fakat üslûb ve tasvir yönünden kürk mantolu madonna’ya baktığımız zaman bunun çok ince işlenmiş olduğu ve yazarın kendisinden bir şeyler kattığı da aşikar vaziyette. editör yazarın kullanmış olduğu dili değiştirmemiş, herhangi bir sadeleştirmeye gitmeden 32. baskısını da aynı dille yayınlamış. bu açıdan bir eseri orijinal dili ile okumanın keyfini yaşadığmı da söylemek isterim.
 
çoğu zaman mecbur olduğumuz yaşamları süreriz. mutlak bir özgürlük çoğumuzun yaşamında elbette ki yok. raif bey için de bu durum söz konusu. içten içe kendisine yüzlerce soru soran, hayıflanan, ah çeken ama bunu dışına yansıtmayan. hayata karşı sitemini susku’larına gizleyen bir insanın ağzından okuyorsunuz romanı. okumayı seven, sevmekle kalmayıp bunlardan fazlasıyla etkilenen raif bey’in hikayesi, almanya’ya gidişi ile başlar. resim ve güzel sanatlara olan ilgisi, onu bir sergi salonunda “kürk mantolu madonna” isimli resim ile buluşturur ve raif bey’in tutku dolu aşk hikayesi burada başlar.
 
bir çokları mecbur olduğu bir yaşamı sürdüğünün; düzenin, sistemin, olayların ve başkalarının hayatlarını yaşamaya mecbur olduğunun farkına dahi varmıyor. raif bey’in en büyük derdi bunun farkında olması. yani raif bey bu konuda hayli dertli. arada bir çekmecesinden çıkarttığı kağıtlara resimler yapıyor. kendisine verilen görevleri hiç ses çıkartmadan yapıyor. ama bunların hepsini en çok geçmişi değil, yaşadığı günü unutmak için yapıyor. belki de içindeki sevgiliye kavuşma isteği onu bu yaşamdan en çok kopartıyor.
 
bu kitabı tavsiye ettiğim insanlar ilk olarak, “konusu nedir?” diye sordu. buna cevap vermedim. genelde roman incelemeleri, film tetkikleri gibi yapılıyor. başını ve sonunu söyledikten sonra herşey bitiyor. fakat ben raif bey diyerek bir iki nokta üst üste koymak istiyorum. belki içinizdeki, belki çevrenizdeki, belki görüp de farkedemediğiniz raif beyler’e dokunmak isteyebilirsiniz. bir aşk hikayesi okumak olacaksa bunun adı, onu da okuyacaksınız. fakat sanırım kendinizi; en çok benim yaptığım gibi, biraz üzülürken, biraz hayıflanırken, biraz da “neden”, “niçin”, “nasıl?” sorularını sorarken bulacak, içinizde biriken “keşke”lerin sesini daha çok duyacaksınız.
 
bazen bir söz, bazen bir şiir, bazen çok kişinin önünden bakıp da geçtiği ama sizi önünde çivileyen bir resim hayatınızı bütünüyle değiştirebilir. hayatın manasız, ehemmiyetsiz olarak tasvir ettiğiniz anlarından, anlam çıkartmanız temennisiyle, kitap’la kalın…
 
Kürk Mantolu Madonna – Roman
Sabahattin Ali
Yapı Kredi Yayınları – 32. baskı
164 sayfa
 
mustafa nazif
29 haziran 2009
* ayraç dergisi 1. sayısında yayınlanmıştır.

Yorum bırakın